memoli

Dünyada Görülen İlk Çok Hücreli Canlılar

Bu konu memoli tarafından 3 yıl önce açıldı ve Henüz Cevap Yok.
memoli
memoli
ADMINISTRATOR
Üyelik Zamanı: 3 yıl önce
Konu Sayısı: 10876
Yanıt Sayısı: 0
21 Mayıs 2021, 8:25

Dünyada Görülen İlk Çok Hücreli Canlılar

Hayat…
Evrimleşen Tek Şey Bilimdir.

Dünyada Görülen İlk Çok Hücreli Canlılar
=Kambriyen Dönemi Canlıları=

Dünyanın çeşitli katmanlarında bakterilerden bitkilere, bitkilerden böceklere, böceklerden kuşlara, kuşlardan evrimleşmiş en mükemmel canlı zannedilen insanlara kadar pek çok canlı türünün fosilleri mevcuttur.
Katmanlar halinde bulunan fosiller canlılık tarihini ve gelişimini şüphe bırakmayacak bir netlikle sergiler. Bu nedenle gerek tersinim gerekse evrim teorisi yönünden çok önemlidir.
Dünyamızda ilk bakterilerin ortaya çıktığı üç buçuk milyar yıldan beş yüz elli milyona kadar, yaklaşık üç milyar yıllık bölümde bakteriler, algler dışındaki canlıların izlerine rastlanmaz.
Günümüzden yaklaşık beş yüz elli (kimi kaynaklarda beş yüz kırk beş) milyon önce canlıların mükemmel yapılarıyla birden ortaya çıktıkları görülür. Bu olaya kambriyen patlaması denilir.
İlk canlılığın görüldüğü bu döneme kadar canlılık sadece mikroorganizmalar halinde olmasına, tek hücreli canlılardan çok hücreli canlılara geçişle ilgili evrimsel bulgular bulunmamasına rağmen bu dönemde canlılar birden ve mükemmel yapılarıyla ortaya çıkarlar. Bu canlılar hem çok, hem de çeşitlidir. Yapısal olarak çok büyük farklılıklar gösterirler. Evrim teorisine göre aynı atadan kısa denebilecek bir süreç içinde (takriben elli milyon yıl)evrimleşmesi gereken bu canlılar arasında yapısal olarak öylesine büyük ve keskin farklılıklar vardır ki aralarında evrimsel yönden her hangi bir bağ kurulamamaktadır. Kurulması da mümkün görülmemektedir.
Fosil kayıtlarında bu canlıların evrim teorisinin can damarlarından biri olan ara format atalarının olduğu konusunda herhangi bir işarete de rastlanılmaz.
Günümüzde de gözlemlenen Dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları (takımları)erken Kambriyen Devir’de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden yapısal olarak çok farklıdırlar. Hiç bir filum bir diğerine benzemez.
Kambriyen dönemi katmanlarında bulunan fosiller, deniz tarakları, salyangozlar, trilobitler, süngerler, brachiopodlar, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, deniz hıyarları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir ve hemen hemen aynı dönemlerde mükemmel yapılarıyla aniden çıkarlar.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz.
Örneğin, bir kabuklu türü olan Neopilina 500 milyon yıldan beri; akrep 430 milyon yıldan beri; zırhlı ve kılıç kuyruklu bir hayvan olan deniz canlısı Limulus, 225 milyon yıldan beri; yalnızca Yeni Zelanda’da yaşayan bir tür sürüngen olan Tuatara da, yaklaşık 230 milyon yıldan beri değişmeden günümüzde yaşamaktadır.
Eklembacaklıların birçok takımı, timsahlar, deniz kaplumbağaları ve birçok bitki türü de uzayıp giden listenin bir parçasıdır.
Kambriyen döneminde evrim yönünden bağlantı kurulması mümkün olmayacak kadar yapısal farklılıklar gösteren canlıların aniden ve mükemmel yapılarıyla ortaya çıkmaları evrim teorisinin dinmez baş ağrılarından biridir.
Tanınmış bilim insanlarından ve konunun uzmanlarından Richard Fortey Science dergisindeki bir yazısında evrim teorisinin içinde bulunduğu bu derin ve büyük açmazı şöyle belirtmektedir:
-Daha eski bir ataya ait bir delil bulunsa dahi, Kambriyenin en alt tabakalarında neden o kadar çok hayvanın, boyut olarak o kadar çok büyüdüğünü ve neden o kadar kısa sürede kabuk elde ettiğini açıklamak, bir çelişki olarak kalacaktır.
Evrim teorisi bu büyük sorunu sıçramalı evrimle aşmaya çalışır. Makro mutasyonlardan medet umar.
Medical University of South Carolina’nın Biyokimya ve Moleküler Biyoloji bölümünde görevli olan Dr. Christian Schwabe bu konuda şunları söylemektedir:
-Homeotik genler gibi kontrol genleri, fenotipleri (canlı bedenlerini) muhtemelen değiştirecek mutasyonların hedefi olabilirler. Ama unutmamak gerekir ki, birisi kompleks bir sistemde ne kadar merkezi bir değişiklik yaparsa, bunun yan etkileri o kadar kötü olur…
Drosophila (sirke sineği) genlerindeki homeotik değişiklikler, sadece anormallikler meydana getirmiştir ve araştırmacıların çoğu, Drosophila örneklerinden bir arının çıkmasını görmeyi beklememektedirler.
Gözlem ve deneylere büyük değer verdiklerini söyleyen evrim teorisi taraftarları gözlem ve deneylerin ortaya koyduğu bu gerçeği niçin görmezlikten geldikleri ayrı bir merak konusudur.
Charles Darwin Kambriyen devrinde (Darwin’in yaşadığı dönemlerde Kambriyen devri Siluryen devri olarak tanımlanıyordu)canlıların değişik, ilginç ve mükemmel yapılarıyla kısa bir süreç içinde aniden ortaya çıktıkları gerçeği konusunda Türlerin Kökeni kitabını kaleme alınırken dolaysıyla evrim teorisini kurgularken az çok biliyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde canlılığın birdenbire ortaya çıktığı gözlemlenmiş, trilobitlerin ve diğer bazı omurgasızların aniden belirdikleri tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kalmıştır.
Darwin bu konuyu Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine başlığı altında değinmiş ve şöyle yazmıştı:
-Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu havyandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok… Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinde bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.
Darwin “eğer teorim doğruysa, dünya Siluryen (Kambriyen) devri öncesinde yaşayan canlılarla dolup taşmış olmalı" demişti. Bu canlıların neden hiçbir fosili olmadığı sorusuna ise, tüm kitabı boyunca tekrarladığı fosil kayıtları çok yetersiz bahanesiyle cevap bulmaya çalışmıştı. Ama bugün fosil kayıtlarının yeterli olduğu da, Kambriyen devri canlılarının bir evrimsel atalarının olmadığı da ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu konuda en küçük bir fosil kaydı dahi yoktur.
Darwin Türlerin Kökeni kitabında "eğer aynı sınıfa ait çok sayıdaki tür gerçekten yaşama bir anda ve birlikte başlamışsa, bu doğal seleksiyonla ortak atadan evrimleşme teorisine öldürücü bir darbe olurdu" diye yazmaktadır.
Kambriyen devrinde ise, başta da belirttiğimiz gibi, türler gibi benzer kategoriler bir yana, 60’ı aşkın farklı havyan şubesi yaşama bir anda ve birlikte başlamıştır.
Darwin’i ve teorisini kesin bir dille yalanlayan bu durumu İsveçli paleontolog Stefan Bengston Darwin’i şaşırtan ve utandıran bu olay bizi de hala şaşırtmaktadır diyerek yorumlar.


—>: Dünyada Görülen İlk Çok Hücreli Canlılar

Hayat…
Kambriyen Dönemi Canlılarından Örneklemeler-1

Aşağıdaki bölümlerde kambriyen döneminde mükemmel yapılarıyla birden ortaya çıkan bu canlılardan bazı örnekler vereceğiz. Buradaki gerçek amacımızın bu tür canlıların rastlantılarla meydana gelip gelemeyeceğinin, zaman içinde evrimleşip evrimleşmediklerinin tespiti olduğunu, okuyucuların konuyu bu yönde yorumlarken yapısal farklılıkların derinliğini, büyüklüğünü ve genişliğini dikkate almaları gerektiğini hatırlatırız.

Deniztarakları: Tridacna, Hindistan ve Pasifik Okyanusları’nın tropikal sularında yaşayan çok büyük bir deniztarağıdır. Bu büyük mavi-yeşil renklerdeki hayvan, mercan resiflerinin berrak sularında yaşar. Bu ortak yaşam şeklindedir.
Tridacna’nın en şaşırtıcı özelliği besinini kendi vücudunun içerisinde üretmesidir. Bunu da birlikte yaşadığı bir başka canlı sayesinde gerçekleştirir.
Deniztarağının birlikte yaşadığı Zooxanthellae küçük bir alg türüdür ve yalnızca diğer hayvanların hücrelerinin içerisinde yaşayabilir.
Deniztaraklarının vücutlarının içerisinde bu canlılardan milyonlarcası barınır. Bu sayede algler barınacakları rahat bir ortam bulmuş ve düşmanlarından korunmuş olur.
Bundan başka deniztarakları Zooxanthellae’nin ihtiyacı olan karbondioksit, azot ve fosfor gibi tüm maddeleri sağlar. Zooxanthellae tarafından üretilen maddelerin büyük bir bölümü de deniztaraklarına besin kaynağı olarak aktarılır.
Deneme yanılma yoluyla çok geniş ve derin bir araştırma gerektiren böylesine bir yaşamsal birlikteliğin canlılığın ilk dönemlerinde oluşması son derece ilginçtir.

Salyangozlar: Salyangoz, yumuşakçalar (Mollusca) şubesininOrthogastropodasınıfındaki kabuklu kara hayvanlarınınortak adıdır. Aynı dönemde ortaya çıkan diğer canlılardan vücut yapılarındaki büyük farklılıklarla tamamen ayrılırlar. Bu nedenle diğer canlılarla salyangozlar arasında evrimsel bir bağ kurulamaz.
Salyangozlar, tatlı sularda, denizlerde ve bütün çevrede görülebilen hayvanlardır. Nemli yerlerde bulunurlar ve yağışın bol olduğu ve havanın tam soğumadığı sonbahar aylarında sürekli görülürler.
Vücutlarında bol miktarda su bulunduğu için çok soğuk havalarda donarlar. Çok sıcak havalarda ise su kaybederek kuruyabilirler. Geçtikleri yerlerde iz bırakmalarını sağlayan parlak renkli sümüksü bir sıvı üretirler.
Kabuklarıyla gövdelerinin arasındaki kurumuş sümüksü sıvı, vücutlarındaki nemi kaybetmemelerini sağlar. Kışın toprak altına ya da ağaç kovuklarına girerek etkinliklerini azaltırlar. Yazın çok sıcak olduğunda da benzer şeklide davranırlar.
Çoğunlukla otçul olmakla beraber, etçil ya da omnivor olabilirler. Salyangozlar en çok yağmur yağdığında ortaya çıkarlar. Ayrıca salyangozlar yenilebilir.
Salyangozlar ekolojik dengede çok önemlidir.İlk görüldüğü kambriyen döneminden beri herhangi bir evrimsel değişim geçirmeden günümüzde yaşamaktadır.
Evrim teorisine göre aynı atadan gelmeleri gereken deniz tarakları ile salyangozlar arasında evrimsel bir bağ kurabilmek şöyle dursun en küçük bir benzerlik dahi yoktur.


—>: Dünyada Görülen İlk Çok Hücreli Canlılar

Hayat…
Eklembacaklılar: Eklem bacaklılar ya da Arthropoda, omurgasızların en büyük şubesidir.
Vücutları; baş, göğüs ve karın olmak üzere üç bölgeden meydana gelir. Her bölge çeşitli sayıda segmentten (parçadan) ibarettir. Vücudun her bir segmenti esnek bir deriyle birbirine bağlanmıştır.
Vücut yüzeyi, sert bir madde olan kitinden meydana gelen bir dış iskeletle örtülüdür. Kitin, dış epitelin salgısıdır ve hayvanların büyümesi için zaman zaman değiştirilerek atılır.
Ekstremiteler denilen bacak, kanat, duyarga ve ağız parçaları gibi hareket edebilen çıkıntılar daima eklemli parçalardan meydana gelmiştir.
Sindirim sistemi ön, orta ve arka barsak olmak üzere üç bölümden ve bunların çeşitli kalınlıktaki kısımlarından meydana gelir. Kan dolaşımı açıktır. Kan oksijen taşımayıp, besin maddeleri, artık maddeler ve hormonları taşır.
Dolaşım sistemi, sırtta bir yürek ve ana damardan meydana gelir. Bazılarında sırt damarından kollar da çıkar. Sinir sistemi, birbirine bağlantısı bulunan gonglion adı verilen boğumlardan ibarettir.
Eklem bacaklılar ayrı eşeylidirler. Karada, havada ve suda yaşarlar. İnce derililer vücut yüzeyiyle, sudakiler solungaçla, karadakiler de trakealarla (borular sistemi) solunum yaparlar.
Yaklaşık 700.000 – 1.000.000 kadar türü bulunmaktadır. Kimi türlerin nesilleri kesilmiş olsa da çoğu günümüzde evrimsel bir değişime uğramamış olarak yaşamlarını sürdürmektedir.

Trilobitler: Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkan farklı canlı gruplarının en ilginçlerinden biri, sonradan soyları tükenmiş olan trilobitlerdir. Yunanca kökenli trilobit adı da "üç loplu" anlamına gelmektedir.
Bir zamanlar en bol bulunan deniz hayvanlarıydı. Yeryüzünün birçok yerindeki kayaçlarda fosil kalıntıları bulunan bu hayvanlar tespihböceklerine oldukça benziyordu.
Sert ve eklemli gövdeleri uzunlamasına üç lopa ya da bölüme ayrılmıştı.
Trilobita (Arthropoda takımı), tarih öncesi bir deniz hayvanı. 544 milyon yıl öncesinden 248 milyon yıl öncesine kadarki Paleozoik Çağ’ da dünyanın her yerinde yaşamıştı. Hayvanın bedeni yumuşak bir kabukla çevriliydi. Ayaklarındaki solungaçlarla solunum yaparlardı.
Oldukça iri olan bazılarının uzunluğu 45 santimetreyi aşarken, bazıları çok daha küçüktü. Büyük bölümü denizin dibinde bulunuyordu. Bazıları yüzebilirken, öbürleri çamura gömülü olarak yaşıyordu.
Artropodlar filumuna dahil olan trilobitler, sert kabukları, boğumlu vücutları ve kompleks organları ile çok karmaşık canlılardır. Fosil kayıtları, trilobitlerin gözleri hakkında dahi çok detaylı tespitler yapılmasını sağlamıştır.
Bir trilobit gözü yüzlerce küçük petekten oluşur ve bu peteklerin her birinin içinde çift mercek yer almaktadır. Bu göz yapısı tam bir tasarım harikasıdır.
Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri’nden jeoloji profesörü David Raup:
-Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.
Optik tasarım harikası olarak tanımlanan bu gözlerin en çarpıcı özelliği ise, arkalarında daha ilkel bir form bulunmaması, aniden ortaya çıkmalarıdır.
Trilobitler konusunda uzman olan Levi-Setti trilobit gözündeki iki lensin arasındaki kırılma ara yüzeyinin, 17. yüzyılda Descartes ve Huygens tarafından yapılan optik konstrüksiyonlara benzer bir şekilde tasarlandığını söyler.
Kaldı ki Darwin ilkel göz olarak nitelendirdiği ışığa duyarlı hücreler bile, kendi içlerinde olağanüstü kompleks sistemlere sahiptir. Öyle ki en ilkel göz bile, ışığa duyarlı bir hücreye, bu hücrenin içindeki olağanüstü kompleks biyokimyasal mekanizmalara bu hücreyi beyne bağlayacak sinirlere ve beyinde bunları yorumlayacak bir görme merkezine muhtaç olan indirgenemez kompleks bir sistemdir. Bu tür sistemlerin aşamalı oluşması ise mümkün değildir.

Trilobitlerin zırhlı gövde sınırı ön bölümünü oluşturan başında genellikle gözler ve duyargalar vardı. Orta bölüm bölütlüydü. Kuyruk bölümü de sağlam bir örtüyle korunmuştu. Her bölütte yer alan bir çift uzantı yürümenin yanı sıra deniz dibinde yiyecek aramakta kullanılıyordu. Yüzen türler daha hafif yapıda ve dikenliydi. Trilobitler sağlam dış iskeletlerini atıp yenisini oluşturarak gelişiyordu.

Trilobitler tersinim sonucu 1500’den fazla cinse ayrılmıştır. 300 milyon yıl boyunca yaşadılar ama yaklaşık 250 milyon yıl önce gözden kayboldular.
Dünya’nın en başarılı yaratıkları olan trilobitler aniden neden yok oldular?
Kimi bilim insanları trilobitlerin yok oluşlarını balık gibi yeni ortaya çıkan yırtıcı hayvanlara bağladılar. Ancak, diğer eklembacaklılar bir şey olmazken, trilobitlerin bu yeni tehlikelere neden dayanamamış olmaları ise günümüzde bile çözülememiş bir sırdır.
Michigan Eyalet Ünîversitesi’nden Danita Brandt bunun nedeninin, garip kabuk dökme alışkanlıkları olabileceğini iddia etmektedir. Canlı bu dökme sırasında savunmasız kaldığından nesilleri zaman içinde yok olmuştur.

Trilobitomorpha Arthropoda şubesinin trilobitleri içeren altşubesidir. Önceleri, çoğunlukla alt Kambriyen döneminden değişik fosil tipleri Trilobitoidea altında toplanmakta idi. Ancak, tamamen fosillerinden tanımlanan bu zengin çeşitlilikteki türlerin gerek trilobitlere göre, gerekse kendi aralarında büyük farklılıklar göstermeleri nedeniyle, artık ayrı altşubeler altında sınıflandırılmaktadırlar.
Trilobitlerin iddia edildiği gibi ihtiyaca göre niçin değişip evrimleşmediği evrim teorisi savunucularının asla cevaplayamadıkları sorulardan sadece biridir.

Trilobitler hakkında belirtilmesi gereken bir diğer konu da, bu canlılardaki 530 milyon yıllık petek göz sisteminin, bugüne kadar hiç değişmeden gelmiş olmasıdır; arı ya da yusufçuk gibi günümüzdeki bazı böcekler de aynı göz yapısına sahiptir. Bu bulgu, evrim teorisinin canlıların ilkelden karmaşığa doğru geliştiği yönündeki iddiasına da yine "öldürücü bir darbe" indirmektedir.

Süngerler: Süngerler (Porifera) su diplerinde, kayalar, hayvan kabukları veya zemin üzerine yapışarak yaşayan basit yapılı canlıları kapsayan omurgasız hayvanlar şubesi olarak tanımlanmaktadır.
Parlak sarı, turuncu, kırmızımtırak, siyah ve menekşe renkli olabilirler. Belli bir şekilleri yoktur. Vazo, kadeh, torba, boru, çalı gibi muntazam olmayan kümeler meydana getirirler. Hakiki doku ve organları yoktur. Duyu, sinir ve hareketi sağlayan hücreleri bulunmadığından yapıştıkları zeminlerde sabit yaşarlar. Hayvanlardan çok bitki hissini verirler. Boyları birkaç milimetreden, 3 metreye kadar değişir. Büyük çoğunluğu sıcak denizlerde yaşar. Çok azı tatlı sularda bulunur.
Bir sünger zemine yapışan kapalı bir kısımla vücut boşluğuna açılan oskulum denen bir açıklıktan ibarettir. Yanlarda da suyun girip çıkmasını sağlayan delikler/porlar vardır. Bu delikli yapıdan dolayı süngerlere porifera denir. Küçük ağız vazifesini gören yan deliklerden giren su, vücut boşluğunu dolaştıktan sonra, oskulumdan tekrar dışarı atılır.
İskelet ya basit bir iğne, ya da ışınsal uzantılı birçok iğneden meydana gelir. Silisyum veya CaCO3 bileşimlidir. Süngerlerin iskelet elemanları bu kısımdan meydana gelir.
Destek vazifesini gören iskelet sistemi; kalker, silis veya keratin bileşiminden hasıl olan iskelet iğneleri spikül ve spongin denilen proteinli bir maddeden ibarettir. Spongin maddesi, spikülleri bir ağ gibi örerek iskelet sistemini meydana getirir.
Bazı süngerlerde iskeletteki spiküller tamamen kaybolarak destek maddesi olarak yalnız spongin kalır. Bu tür süngerler temizlendikten sonra, halk arasında temizlik süngeri olarak kullanılır. İskeletsiz olan pek az sünger vardır.
Sünger olarak bildiğimiz kısım aslında hayvanın yumuşak kısımlarından ayrılmış iskeletinden başka bir şey değildir. Suyu emdiğinde şişme özelliği vardır. Plastik süngerlerden önce daha çok kullanılanlar.
Süngerler eşeyli ve eşeysiz olarak iki şekilde ürerler. Eşeyli çoğalmada mezenşimatik tabaka içinde yumurta ve spermatozoitler meydana gelir. Her iki çeşit üreme hücresi de aynı veya ayrı ayrı hayvanlarda bulunabilir.
Döllenme vücut içinde olur. Yan deliklerden suyla giren spermatozoonlar göçmen hücreler tarafından taşınarak yumurtayı döllerler.
Eşeysiz üreme vücudun yanlarında olan tomurcuklarla meydana gelir. Tomurcuk ana hayvandan ayrılarak yeni bir sünger hasıl eder. Ayrılmadığı takdirde sünger kolonisi meydana gelmiş olur.
Tatlı su süngerlerinde sert iklimlere karşı gemula denen bir üreme şekli görülür. Sonbahara doğru mezenşim tabakası içinde toplu iğne başı iriliğinde renkli kürecikler meydana gelir. Bunlar bol besinli embriyonal hücrelerdir.
Gemula denen bu küreler dış taraftan iki katlı bir spongin zarla çevrilir. Ana hayvan öldükten sonra, bunlar çok soğuklarda dahi hayatını sürdürürler. İlkbaharda gemula içindeki üreme hücreleri etrafındaki zarın deliklerinden çıkarak yeni süngerleri meydana getirirler.
Süngerlerde sadece hücresel düzeyde farklılaşma görülür. İlkin iskelet elemanları görülmesine rağmen, gerçek doku ve organ bulunmaz. Vücutta iki tabaka bulunmaktadır:
1)- Koanoderm tabakasında, yakalı kamçılı koanosit hücreleri ve koruyucu pinakosit hücreleri bulunur. Koanosit hücrelerinin farklılaşması ile, eşey hücreleri gelişir.
2)- Mezoglea tabakasında ise amoeboid (amebosit) hücreler, spiküller ve spongin lifler bulunur.
Su vücuda Osteum adı verilen açıklıklardan girer ve oskulum adı verilen açıklıktan çıkar.
Su, vücut içerisinde akışı esnasında süzülür ve içeriğindeki küçük organizmalar besin olarak kullanılır. Sadece hücre içi sindirim görülür. Boşaltımda görevli olan kontraktil vakuoller, hayvanlar alemi içinde sadece süngerlerde bulunur.
Sinir sistemleri yoktur. Uyartılara verilen tepkiler bölgeseldir. Ergin bireyler, daima bir yere bağlı olarak (sesil) yaşarlar.

Solucanlar: Dünyada yaklaşık 2000 tür solucan çeşidi bulunmaktadır. Türkiye’de 3,5 m’lik dev solucanlar olduğu gibi, minik bir fener gibi parıldayan 35 cm uzağa kadar keskin alkali püskürterek kendisini koruyabilen solucanlar mevcuttur. Fakat en çok karşılaşılan ve bilinen 10 cm’lik adi solucan türü en garip olanlarıdır.
Başı dikenli solucanlar (Acanthocephala), sindirim sistemleri olmayan omurgasız hayvanlarşubesindendir. Baş kısımlarında geriye doğru duran dikenler vardı. Yaklaşık 500 kadar türü bilinmektedir.
Halkalı solucanlar (Annelida) Polymera olarak da bilinir. Segmentleri dıştan belirgin olarak görülen bir omurgasızhayvanlarşubesidir. Deniz, tatlı su ve karalarda yaşarlar. Vücut uzun ve segmentlidir. Vücut segmentler septum adı verilen bölmelerle birbirlerinden ayrılmıştır. Baş bölgesine prostomium, posterior uca ise pigidium adı verilir. Prostomium ile pigidium birer segment değildirler. En yaşlı segment başın hemen arkasındaki segmenttir. Çeşitli organlar her segmentte tekrarlanır.
Prostomiumun sırt tarafında iki loplu bir beyin gangliyonu vardır. Duyu organları kimyasal duyu organları ve gözlerden ibarettir. Kapalı dolaşım sistemi bulunur. Annelidler hermafrodit hayvanlardır. Gonadları gayet basit yapılıdır. Rejenerasyon özellikleri çok iyi gelişmiştir. 9 bin türü bulunur. Bir kısmı mikroskobiktir.

Yassısolucanlar ya da Platyhelminthes, üç embriyonik tabakadan oluşmuş, bilateral simetrili, çoğunlukla yassı yapılı hayvanlar şubesidir.
Parazit yaşayanlarda döl değişimi ve başkalaşım görülür. Sindirim kanalı tek bir açıklığa sahiptir. Vücutlarında sölom, yalancı sölom ve dolaşım sistemi yoktur. Merkezi bir beyin içeren sinir sistemi vardır. Boşaltım sistemi olarak alev hücreleri görev yapar. Çoğalmalarında hermafroditizm görülür. Yaklaşık 13.000 türü bilinmektedir. Bilateral simetri ilk defa bu filumda ortaya çıkar. Bilateral simetride duyu organlarının ve sinir sistemi merkezlerinin vücudun ön kısmında toplanmasıyla baş bölgesinin oluşumu görülür. Bilateral simetrili canlılarda sesil (hareketsiz)yaşam görülmez.

Sülükler: Sülükler ya da (Lat. Hirudinea), halkalı solucanlarşubesine ait bir (alt) sınıftır.
Sülüklerin tatlı su, kara ve deniz formları vardır. Oligochaeta, şubesiyle yakın akrabalardır ve klitellum yapısını bulundururlar. Toprak solucanları gibi hermafroditlerdir.
Bütün sülükler etçildir. Solucanlar, sümüklüböcekler, böceklarvaları, küçük kabuklular ile beslenebilirler, ya da ikiyaşamlılar, sürüngenler, balıklar ya da bazı memelilerde kan emen parazit olarak bulunabilirler.
250 türü olan sülükler dünyanın her tarafında yaşar. Çoğunlukla bataklıklarda, çok nemli alanlarda, çamurlu sularda bulunurlar.
5 -10 santim boyunda olan bu hayvanlar da solucanlar gibi büzülüp uzayabilirler. Siyaha çalan yeşilimsi bir renkleri vardır. Sülüklerin kan emme özellikleri vardır. Vücutlarının her iki yanında da emici birer organ bulunur. Bunlardan biri besinini almasına, diğeri de yürümesine yarar.
Sülükler besinlerini sudaki canlılarla sağlar. Genel olarak balık, kaplumbağa ve salyangozlara yapışıp, onların kanını emerek beslenen sülükler sığırlara, köpeklere hatta insanlara da yapışmaktan kaçınmaz.
Sülüklerin bilinen en büyük avcıları, balıklar, sucul böcekler, karidesler ve diğer sülük türleridir.
Sülükler çok eski zamanlardan beri tedavi amaçlı kullanılır. Bunun nedeni de sülüklerin kan emerken bazı kimyasal maddeler salgılamalarıdır. Bir bakıma sülükler kanını emdiği canlıya sağlık kazandırmaya da vesile olurlar.
Sülüklerin medikal alandaki ilk kliniği yaklaşık 2500 yıl önce kurulmuştur. Mikro cerrahide ve plastik cerrahide tedavi edilecek bölgede küçük bir ısırıkla işe koyulan bu küçük omurgasız kirli kanı emerek vücudun kan dolaşımını sağlar. Mikro cerrahide ve plastik cerrahide kullanımı yaygınlaşan bu hayvanlar özellikle mikro cerrahi uzmanlarınca “ MADEN “ olarak tasvir edilirler. Bu özelliklerinden dolayı İngilizler sülüğe CANLI ECZANE adını takmışlardır…
Sülük tedavisi atardamar ve toplardamar tıkanıklıkları başta olmak üzere bir çok dolaşım sistemi hastalığında, varis, iltihaplı ve iltihapsız romatizmalar, iktidarsızlık, cinsel güç artırıcı etki (afyodizyak), üreme organı rahatsızlıkları ve kısırlık, epilepsi çeşitlerinde, yumuşak doku romatizmalarında, felç, kısmi felç, sedef, egzama gibi cilt hastalıklarında, hemoroid’de, göz tansiyonu (glokom) ve buna bağlı görme kayıplarında, migrende ve her türlü baş ağrısı, yüksek tansiyon, troid’e bağlı şişmanlık hormonal bozukluklar ve buna bağlı şişmanlık, sivilce, irin, astım ve bronşial hastalıklar, yanık vakaları, iyileşmeyen yaralar ve ameliyat izleri kangren, Meniere Hastalığında ve bazı işitme kayıplarında başarıyla kullanılmaktadır.
Ayrıca Ortopedi ve Rekonstrüktif Cerrahi kapsamında, kangren gelişmekte olan kopuk organ tamirlerinde de tüm dünyada yaygın biçimde kullanılmaktadır.
Son olarak sülüğün güçlü antioksidan etkisi nedeniyle Koruyucu(Preventif) Tıpta da kullanımından bahsetmek gerekir ki; yılda bir defa yapılan Sülük Tedavisi, o yıl içinde enfeksiyonlar başta olmak üzere birçok hastalığa karşı koruyucu etki göstermektedir.
Ne dersiniz? Rastlantılarla meydana gelmiş ilkel olması gereken bir canlı böylesine meziyetlere sahip olabilir mi?

Deniz hıyarları: Deniz hıyarları derisidikenlilerin Holothuroidea sınıfından omurgasız hayvanlardandır. Vücutları, ağızla anüsten geçen eksen istikametinde uzamış olup, sosis veya hıyara benzer. Ağız ve anüs karşılıklı iki uca yerleşmiştir. Diğer derisidikenlilerden, kutuplar yönünden geçen eksenin uzamasıyla farklılaşmıştır. Bu uzama hayvanın yan yatmasına sebep olur. Ağız çevresinde çelenk şeklinde 10-30 kadar duyu, dokunma ve av yakalamaya yarayan tentaküller (dokunaçlar) vardır. Genellikle 3-27 cm boyundadırlar. 60 cm uzunlukta olanları da vardır. 900 kadar türü bilinmektedir.
Denizlerin kıyılara yakın sığ yerlerinde rastlanır. Ambulakral tüp ayaklarla yavaş hareket ederler. Tüp ayaklarını duyu organı olarak da kullanırlar. Tüp ayakları olmayan deniz hıyarları diplerde “U” şeklindeki oyuklarda yaşarlar. Solunumları vücut boşluğunda uzanan bir çift suakciğeri veya solunumağa- cı denen organlarla sağlanır. Kendilerini yenileme özelliğine sahiptirler.
Denizhıyarları yumurtlayarak ürerler, erkek ve dişilerinin şekli birbirine çok benzer. Bazıları hermofrodit (çift cinsiyetli)dir.
Tentakülleriyle yakaladıkları plankton ve çamurlardaki organik maddelerle beslenirler. Çeşitli renkte veya cam gibi saydam olanları da vardır.

Deniz anaları: Denizanaları veya Medüzler,Scyphozoa ve Cubozoa sınıflarında bulunan, serbest yüzen deniz hayvanlarıdır.
Medüzler, yassılaşmış ve yüzmeye uyum yapmış polipler olarak tanımlanabilirler.
Vücut şekli çoğunlukla yayvan ya da kubbeli bir şemsiye şeklindedir. Poliplerden daha karmaşık yapılı canlılardır.
Yüzme organı olarak bir şemsiye gelişmiştir. Bu organ sayesinde hayvan ileriye doğru hareket eder.
Medüzlerin beyinleri yoktur. Bunun yerine sinir sistemleri ışığa ve kokuya duyarlı şekilde gelişmiştir. Küçük balıklarla ve diğer küçük deniz canlılarıyla beslenirler. Vücutları hidrodinamik olmadığı için yavaş yüzerler ve avlarını yakalamalarına yardımcı olacak şekilde bir dalgalanma yaratırlar.
Denizanasının çeşitli türleri dokungaçlarında zehir taşırlar. Başka bir canlının bunlarla teması halinde, denizanasının ölü olduğu durumlarda bile, zehirlenme söz konusu olabilir. Bu durum denizanası sokması olarak nitelendirilir.

Deniz zambakları: Deniz laleleri veya zambakları (Crinoidea), Saç yıldızları veya Deniz leylakları olarak da bilinir: Derisi dikenliler (Echinoder mata) şubesine dahildirler. Vücutları bir sap ile buna bağlı kollardan yapılmış bir çiçeği andırır. Kadehe benzeyen taç kısmındaki kollar beşli bir yapı gösterir.
İskeletleri iğnesiz kalkerli plaklardan meydana gelir. Sarı, kırmızı, yeşil, beyaz gibi renkleri olup, toplu yaşarlar. Deniz dibi çiçeklerini andırırlar. Sığ yerlerden 250 metre derinliklere kadar bulunabilirler. Kopan parçalarını yenileme kabiliyetleri yüksektir.
Hayvanın vücut yapısı laleye benzediğinden bu ad ile anılır. Deniz lalelerinin sapsız olanları bir yere tutunmadan kas bağlantılı kollarıyla serbest olarak yüzerler. Saplılar, saplarıyla bir yere bağlı olarak yaşarlar.
Sapın kaide kısmı genişlemiş veya kök şeklindedir. Sap uzunluğu 65 cm kadar olanları vardır. Su kanalları sistemindeki tüp ayaklar harekette değil, solunumda kullanılır.
Deniz zambakları çift eşeylidir ve yumurta ile üreler. Sperm ve yumurtahücresi suda birleşir. Döllenmiş yumurtadan, serbest yüzen kirpikli larva teşekkül eder. Bundan da kendini bir yere tespit eden saplı larva meydana gelir. Bu da gelişerek serbest yaşayan veya kendini zemine tespit eden saplı deniz lalesi meydana gelir.
Deniz zambaklarının besinleri, plankton veya organik artıklardır. Bunlar hareketli kollarıyla yakalanarak taç bölgesinde bulunan ağza aktarılır.
En çok paleozoik devrinde gelişen deniz lalelerinin bugün 800 kadar yaşayan türü bilinmektedir.

Akrep: Akrep (Scorpiones), takımını oluşturan genellikle sıcak ve nemli bölgelerde yaşayan, vücutları sert kitin bir tabaka ile örtülü, kıvrık ve kalkık kuyruğunda zehir iğnesi bulunan eklembacaklılara verilen genel addır.
Taşların altında, duvar yarıklarında, kurumuş ağaç kabukları altında veya yer altında kazdıkları dehlizlerde rastlamak mümkündür. Karlı bölgeler hariç hemen hemen her yerde yaşarlar. Yalnız yaşamayı severler.
Boyları 2 cm ile 15 cm arasında değişir. Yassı halkalardan teşekkül eden vücut; başla kaynaşmış bir gövde, karın ve kuyruk (telson) olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Gövdede önden arkaya doğru büyüklükleri artan, uçları çift çengelli dört çift yürüme bacağı bulunur.
Gövdeye bağlı karın kısmı ise 7 geniş halkadan meydana gelmiş, alt yüzeyinde birinci halkada kapaklı bir adet cinsiyet açıklığı, ikinci halkada dokunum ve iz bulma görevi yapan bir çift tarak organı, 3, 4, 5 ve 6. halkalarda kitap trakeleri adını alan solunum organına ait birer çift olmak üzere toplam dört çift solunum deliği (stigma) vardır.
Karın kısmından sonra 6 adet dar ve yuvarlaksı halkalardan meydana gelen ve bir yay gibi sırta doğru bükülebilen akrebin kuyruğu, eğrilmiş bir zehir iğnesi veya mızrağını taşıyan şişkin halka ile biter.
Akrep, yürüdüğünde kuyruğunu kaldırır. Kaygan yüzeylere tırmanamaz. Halk arasında vücudunun son bölümü her ne kadar akrebin kuyruğu olarak biliniyorsa da, gerçekte karın kısmının daralan uzantısıdır. Çünkü içinden bağırsak geçmekte olan telsonun sondan bir önceki halkasında dışkılık son bulmaktadır. Akrepler türlerine göre değişen oranlarda zehirlidir.
Türkiye’de de akrep yaşar. Akdeniz Bölgesi’ndeki akreplerin boyu 13 cm olabilir ve zehri boyuna rağmen ölümcüldür.

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 14 Kayıtlı Üye
  • 66282 Konu
  • 160 Cevap
  • Son Üye: aile