islam

islam dininde inanç özgürlüğünün anlamı nedir

Bu konu islam tarafından 3 yıl önce açıldı ve Henüz Cevap Yok.
islam
islam
ADMINISTRATOR
Üyelik Zamanı: 3 yıl önce
Konu Sayısı: 530
Yanıt Sayısı: 0
20 Mayıs 2021, 2:34

islam dininde inanç özgürlüğünün anlamı nedir

ecem
İSLAM DİNİNİN İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VERDİĞİ ÖNEMİ

Demokrasi, laiklik ve hukuk… Bu üç sözcük bir cümlede birleşmeye karar verdiğinde, toplumda büyük çapta bir hareketlenme olur. Bu hareketlenme bazı kesimin korkusunun, bazı kesimin de coşkusunun şiddetindendir… Korkunun ve coşkunun da nedeni aynıdır aslında:bu üç sözcüğün biraradalığının çağdaşlaşmayı getirmesi… Çağdaşlaşma, demokratik hukuk devletlerinin ulaşmayı hedeflediği en yüksek nokta olduğu gibi, toplumsal örgütlenmelerin çeşitli aşamalardan sonra ulaştığı en çağdaş düzey de demokratik hukuk devletidir. Günümüz anayasalarında çağdaş devlete “hukuk devleti” denilmesi, bu döngüyü açıklar… Çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek ancak hukuk devleti ilkesinin korunmasıyla gerçekleşebilir. Hukuk devleti ilkesinin korunması, hukukun üstünlüğünü sağlamak demektir. Hukukun üstünlüğü, devletin hukuka bağlılığını ayrıca bağımsız yargının sonsöz sahibi olmasını gerektirdiğinden, temel hak ve özgürlüklerin güvencesini oluşturur. Temel hak ve özgürlükler olarak da belirtilen insan hakları, uygar bir toplumun olmazsa olmaz koşuludur. Çünkü uygar toplum insanın gelişimini hedef alır. Uygar toplumun bir diğer olmazsa olmazı çağdaş demokrasilerin, devletin insan için var olduğu anlayışını temel alması, bundandır. Ancak temel hak ve özgürlükler sağlandığında özgürleşen birey, çağdaşlaşmanın derinliğini anlayabilir. Temel hak ve özgürlüklerin başında din özgürlğü gelir… Din ve inanç özgürlüğü, bireyin istediği dine inanma özgürlüğü kadar, hiç bir dine inanmama, dine karşı ilgisiz olma özgürlüğünü de içerir.[1]

Demokrasilerde hoşgörü vardır ve hoşgörü özgürlük ve laiklik için ön şarttır. Bunun için hukuk tarafından korunan bir değer olmak zorundadır. Hoşgörüyle birlikte, ulusal dayanışma ve bütünleşme devletin tüm din ve inançlardan eşit uzaklıkta olacağı laik devlet anlayışıyla olanaklıdır. Demokrasi ancak böyle bir laik düzende yeşerir ve köklenir. Çünkü eşitlik demokrasinin bir gereğidir. Bu eşitliği yaratan laikliğin yoksunluğu da hukuksal olarak toplum düzenini doğrudan etkiler. Laiklik sözcüğüne anayasalarında yer vermeyen az sayıdaki devletler grubunun dine verdiği önem buna örnektir. Afrika’da İslam’ın, Asya’da Budizm’in ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Günümüz Türkiyesi’nin temelini oluşturan, devletin din ve dinsel inançlar karşısında özerk ve tarafsız tutumunu ifade eden laiklik, bir “egemenliğin beşerileşmesi” sürecidir. Yarı-teokratik Osmanlı İmparatorluğu’ndan çağdaş bir ulus –devlete dönüşen Türkiye’nin hukuksal gelişimi bu süreci iyi açıklar. Bu sürecin başlangıcı 1924’teki öğrenim birliği yasasıdır. Bu yasayla eğitimdeki medreseler, hristiyan okulları ve devlet okullarından oluşan üç başlı eğitim tek başlığa indirgenmiştir. Zorunlu ilköğretimle kızların da okula gönderilmesi sağlanmıştır. 1924’te hilafet kaldırılmış, 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır. 1926’da Türk Borçlar Yasası, Türk Ceza Yasası, Türk Ticaret Yasası kabul edilmiştir. 1928’de Türk harfleri kabul edilmiştir ve iki ayda öğrenilen evrensel alfabeyle aydınlanan kadın ve erkek toplumsal yaşamda eşitlenme yoluna girmişlerdir. 1930’da Türk kadını yerel seçimlere katılma hakkı almıştır. 1932’de ezan türkçeleştirilmiştir. Ve 1934’te kadınlarımız millletvekili seçme seçilme hakkını kazanarak sosyal yaşamın her alanında eşit yer alma noktasına gelmiştir. “Laiklik sözcüğü, dinsel kuralların insan yapısı hukuk kurallarıyla yer değiştirmesinden sonra 1937’de Anayasa’ya girmiştir. Laiklik Türkiye için, kamusal ve siyasal yaşamda din kurallarından arınmış, insanların eşitliğini, akıl ve bilimi temel almış bir yaşam biçimidir.”[2]

Türkiye’nin laikleşme ve demokratikleşme sürecinde bu gelişmeler öne çıksa da, Türkiye’nin tam laik ve demokratik bir hukuk devleti olmasını sınırlayan unsurlar vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun olması buna en temel örnektir. Bu konuda , Diyanet İşeri başkanlığı’nı dincileşmenin değil de laikleşmenin bir aracı kuruluşu olarak öngören düşünceyi eleştirmekteyim. Bugün tek mezhepli oluşu ve din propogandacısı haline gelmiş olması, onun laiklik karşıtı bir kurum olduğunu iyice gösterse de, 1960lara,1980lere kadar tam olarak bir din yayıcısı kurum olmamasına rağmen,1924 yılında bir yasayla kurulmasını laiklikle bağdaştırmamaktayım. Çünkü laik bir hukuk devletinde devlet, kamu düzenini ya da kamusal ahlakı ihlal etmedikçe dinlerin ya da inançların ibadet biçimine karışmaz, dinlerden birinin yanında ya da koruyuculuğunda olmaz. Ayrıca 1982 anayasasında başlangıçta laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, anayasanın 136.maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na genel idare içinde yer verilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı, Başbakanlığa bağlı, merkezi idare teşkilatı içinde yer alan bir kuruluştur. Türkiye’de din hizmetleri bir kamu hizmeti olarak kabul edilmiş ve bu hizmetin yürütülmesi görevi Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir. Ülkemizde imamlar ve diğer din hizmetinden sorumlu görevliler, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı birer memurdurlar.Dolayısıyla ülkemizde İslam dininin görevlileri, maaşlarını merkezi idareden almaktadırlar; dolayısıyla merkezi idarenin hiyerarşik denetimine tabidirler. Yani Türkiye’de idare dine bağlı olmasa da, din tamamıyla merkezi idareye bağlıdır. Bu kuruluşa ayrıca “milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinme”görevinin verilmesi ve bu görevin iktidarın belirlediği politika ve anlayış içinde yerine getirilmesi, tam anlamıyla kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılması anlamına gelir. Anayasa bu yönüyle kendi içinde çelişkilidir.
Laik, hukuk devleti niteliğiyle çelişen bir başka kural da 82 anayasasının 24. maddesinde, “din ve ahlak öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır”denildikten sonra, “din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” maddesinin de olmasıdır. Bu durum anayasanın “herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir diyen kuralıyla da bağdaşmamaktadır. Çocuk yaşta dinsel dogmalar ve tabular kıskacına giren bir kişinin, dinsel inanç ve kanaat özgürlüğünün geniş olması nasıl beklenebilir ki? Din ve vicdan özgürlüğü düşünce özgürlüğünden geçtiğine göre, dayatılan dinsel dogmaların, gelişim aşamasındaki çocukların düşünsel özgürlük alanına kilit vurmaktan başka bir işe yaramayacağı açıktır. “Çünkü laik eğitim,bilginden kuşkulan, kendini tanı(Sokrates), kuşku duymak, düşünmek; düşünmek var olmaktır(Rene Descartes) anlayışına dayanmalıdır.”[3] Ancak dinsel eğitim dogmatik olduğundan soru sormaya kapalıdır ve bu da gelişen beyinlerin ilerlemesine engeldir. Bunu Yılmaz Aliefendioğlu şu sözüyle özetlemiştir: “Dogmalar özgür düşüncenin prangalarıdır.”Yani laik bir hukuk devletinde din eğitimi vicdanlara bırakılarak kişilerin özgürleşmesi sağlanmalı, bunun için kamusal alanın dışına çıkarılmalıdr. Türkiye’de din ağırlıklı eğitim veren liselerin bu kadar çok olması, laik devlete, hukuk toplumunun adalet anlayışına ve toplumsal eşitliğe aykırı olan bir diğer unsurdur. Çünkü bunlar işleyişleri ve isimlerinin gereğiyle çelişmektedirler. Adlarının “İmam Hatip lisesi” oluşundan anlaşıldığı gibi bu liseler imam yetiştirmektedirler. Oysa bu liselerin görevi modern dünyanın gerçeklerini bilen, toplumla devlet arasında bağ kurabilecek, önderlik edebilecekleri, dertlerine çare arayabilecekdin adamları yetiştirmeye yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir. “Yani İmam Hatip okullarına yalnızca gerçekten iyi imam, nitelikli din adamı olmak isteyen gitmeli ve okulların sayısı da Türkiye’deki imam ihtiyacı ne ise, o kadara inmelidir.”[4] Bu okullara ihtiyaçtan fazla öğrenci almak hukusal laikleşme anlamında geri adım atmak demek olacağından, ancak bu şekilde toplumsal adalet sağlanabilir.

Laiklik bir bütün olduğundan ,laik hukuk düzeni, laik eğitim, öğretim ve laik yönetim birbirinden ayrı düşünülemez. Laik eğitimde dinsel inançlara göre hiçbir ayrım gözetilmemesi gerekliliğine karşıtlıktan doğan bir diğer sorun türban meselesidir. Türban, tanrı-insan arasındaki inanış olgusunu simgeselleştirmektedir. Din kişinin iç dünyasının düzenleyicisidir ve hiçbir şekilde devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olamaz. Oysa türban bu istemin açık ifadesidir. Dersliklerde dinsel inançları simgeleyen belirtilerden uzak kalınması zorunluluğu nedeniyle yüksek öğretim kurumlarında dinsel gereğe bağlanan başörtüleri laik bilim ortamıyla bağdaştırılamaz. Demokrasinin güvencesini ve cumhuriyetin özgün niteliğini oluşturan laikliğin büyük bir duyarlık ve özenle korunması hukuksal bir gerekliliktir. Özgürlükler Anayasa ile sınırlıdır.
Anayasanın laik, demokratik bir hukuk devleti niteliğiyle çelişen bir diğer maddesi Nüfus Yasası’nda geçmektedir. Anayasa’nın 24. maddesinin 3.fırkası “kimse dini inacını açıklamaya zorlanamaz” demesine rağmen, Nüfus Yasası’nda, aile kütüklerinin ailenin bütün fertlerinin dinini de göstereceğine ilişkin kural(madde 43) vardır. Bu kural zorlayıcı niteliği nedeniyle din ve vicdan özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır. “Ancak ne hazindir ki Anayasa mahkemesi bu kuralı anayasaya aykırı bulmamıştır.”[5]

Dinin hakimiyet alanı ve hukuksal eşitlikle ilgili bir diğer örnek ezanın uygulanışıdır. Ezan okuma, namaza çağrılarak bir haber verme aracıdır, ancak bunun amacı aşan biçimde kullanımı, ezanı hakimiyet aracına dönüştürebilir. Bu konuda Türkiye ile Tunus karşılaştırılabilir: Laik devlet temeline dayanan anayasal yapımıza karşın, Tunus Anayasası İslam’ı devlet dini olarak kabul etmektedir. Buna karşılık başkent Tunus caddelerinde ezan sesi “haber verme” işlevi ile sınırlı olarak duyulabildiği halde, bizde namaza çağırmanın ötesinde, mezhepler çatışmasının da körüklediği adeta “dinsel hakimiyet” belirtisi olarak amacı çok aşan bir kullanım söz konusudur. Oysa eşit bir hukuk toplumu yaratmak, dini hakimiyet ve baskı alanı olmaktan çıkarmayı gerekli kılar.
Demokratik bir devlet olmak, hukuk toplumu olmayı da içerir. Bu, yürütme gücünün demokratik denetlemeye tabi olması, mahkemelerin idareden bağımsız olarak çalışması, bütün yurttaşların bazı temel hak ve özgürlüklere sahip olması, yurttaşların yasalara uyma yükümlülüğü taşıması ve yurttaşların hem idari makamlarda hem de mahkemelerde adil bir muamele görme hakkına sahip olması anlamına gelir. Hukuk toplumu, ancak hukuk kültürünün siyasal ve toplumsal yapıda kökleşmesiyle kurulabilir. Yasaklayıcı kurallar bağlamında değil de, insanlara güven temeline dayanan düzenleyici ve denetleyici, gerektiğinde yaptırım uygulayan bir sistemde hukuk toplumu yeşerebilir. Laiklik bu hukuki yaptırımı dünyevileştiren bir araçtır, bu yüzden de laiklik hukuksal ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili bir ilkedir.

“Sonuç olarak laiklik, tüm dünya toplumları için erişilmesi kaçınılmaz bir sondur.”[6] Ve hukuk, bu demokratik laiklik olarak nitelenen sonun hem hazırlayıcısı hem de sonucudur. Laiklik, demokrasi ve hukuk arasındaki bu döngü dünya toplumları refaha ulaştığında tamamlanacaktır…

kaynak: melekyarim.com

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 14 Kayıtlı Üye
  • 66282 Konu
  • 160 Cevap
  • Son Üye: aile