Ayfer

10 Kasım Atatürk Haftası İle İlgili Yazılar

Bu konu Ayfer tarafından 3 yıl önce açıldı ve Henüz Cevap Yok.
Ayfer
Ayfer
ADMINISTRATOR
Üyelik Zamanı: 3 yıl önce
Konu Sayısı: 3167
Yanıt Sayısı: 0
19 Mayıs 2021, 11:24

10 Kasım Atatürk Haftası ile ilgili Yazılar

Kayıtsız Üye
10 kasım atatürk haftası ile ilgili yazılar istiyorum 🙂


Cevap: 10 Kasım Atatürk Haftası ile ilgili Yazılar

Deli Sevdam
10 Kasım Atatürk Haftası ile ilgili Yazılar

ATATÜRK’ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

Atatürk’ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova’da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara’ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu.

Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana’ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiğimillî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs’ta Ankara’ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul’a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı’nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul’a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938’de Hatay Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi Atatürk’ü çok sevindirip moralini düzeltti.

Temmuz sonlarına kadar Savarona’da kalan Atatürk’ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı’na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O’nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938’de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı.

Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara’ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938’de kahraman Türk Ordusu’na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu’nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk’lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu’na olan güvenini belirtmiştir.

Atatürk 1 Kasım 1938’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.

Atatürk’ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk’ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı.
Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler.

16 Kasım günü Atatürk’ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti.
Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı’na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyiİzmit’e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara’ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk’ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkam, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk’ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu.

Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe’de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953’te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan topraklan ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

KIRMIZI KURDELE

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin süper kahramanı ve ilk Cumhurbaşkanı idi. O, bugün ki Türkiye Cumhuriyetini, Osmanlının küllerinden oluşturdu. Avrupa’nın “hasta adamını" iyileştirdi ve bugünlere gelmesine neden oldu. Diğer tarihin unutulmaz liderleri gibi, kısa zamanda, inanılmaz işleri başaran, bir elin parmağını geçmeyen tarihi portrelerden birini oluşturdu. Yalnızca Türkiye’yi değiştirip, yaşayan, nefes alan ve saygı duyulan bir ülke haline getirmenin yanında, tüm dünyaya da örnek örnek oluşturdu İstiklal Savaşı ile. Her yaşayan canlı gibi, süper güçleri, süper liderliği , geleceği görüş yeteneği, onun ölümünü engelleyemedi. 10 Kasım 1938 günü saat 9:05’de, 1881 yılında açılan o mavi gözlerini, hayata kapadı.

Neden bunları anlatıyorum size? Bugün 10 Kasım olduğu için mi? Belki de. Ama öncellikle, bunları anlatmamın nedeni, herkesin, Atatürk’ü iyi anlaması, bilmesi ve öğrenmesi için. Özellikle Time dergisi. İkinci nedeni ise, Atatürk’ün ölüm yıldönümü, benim çocukluğum içinde büyük bir önemi, yeri olduğu için. Hepimiz iyi biliriz, 10 Kasımlar, üzgünlük günleridir. En azından öyleydi ben çocukken. Atatürk’ün, 1938 yılında öldüğü hiçbir şeyi değiştirmedi. 1980’li yıllarda da sanki 10 Kasım 1938 gibi yas tuttuk. Türkiye, her 10 Kasım’da ağlamak zorunda idi. Hatırlarım, her 10 Kasım’da, ben çocukken, lokantaları, sinemaları, barları kapatırlardı. İçki satılmazdı o gün. Neden? Saygıdan ötürü mü? Ben çocukken, çok da önemli bir konu değildi bu zaten benim için. Birçok kişi, televizyon seyretmezdi bir gün boyunca. Hatırlarım, annem televizyonu açar ama sesini iyice kısardı komşular duymasın diye. Tüm Türkiye’ye eğlence yasağı gelirdi bir gün boyunca. Yalan ve yaptırımcı bir hüzün, neredeyse yarım yüzyıl önce ölen, yüce bir insan için.

Faiz Doğan bir kahraman değildi. Ne Türkiye’nin, ne de doğduğu şehir olan Urfa’nın. Faiz Doğan, benim dedemdi. Onun, Atatürk’e benzeyen birçok yönü vardı. Her ikisinin de inanılmaz derin mavi gözleri vardı. Hani şu çakır gözlü denilen cinsten. Her ikisi de zamanına göre yakışıklı sayılırdı. Her ikisi de çapkın idi gençliğinde. Maço, sinirli, kontrol düşkünü. Her ikisi de Rakı’yı ve sigarayı çok severdi. Her ikisi de bir Kasım günü hayata gözlerini kapadı.

Dedem, zengin, güçlü, köklü, örf ve adetlere bağlı bir aileden geliyordu. Zamanında, babası ile aynı odada oturabilmek için, annesinden ve babasından izin istemek zorundaymış. İşte öylesine eski törelerin uygulandığı bir aile. Hayatı boyunca çalışmak gereği duymadı. Ağa oğlu idi ve öyle yetişmişti. İki kez evlendi ve bu evliliklerden dört çocuğu oldu. Bir kızı ilk evliliğinden -ki şimdiye kadar hiç görmediğim, ve üç tane oğlu, ikinci evliliğinden. O, üç oğlunu, Rakı’yı ve Maltepe sigarasını çok severdi. Bir de kanaryaları. Bana uzun uzun kanaryalardan bahsederdi. Her zaman bir kanaryası vardı dedemin evinde. Kafesin önüne sandalyeyi koyar, uzun süre ıslık çalardı ki kanarya karşılık versin. Bazen kanarya kaseti koyduğu da olurdu kasetçalarına. Sonra oturur sandalyesine, sol elini kulağına götürür ve kanaryanın ötmesini beklerdi. Arada sırada da bize sorardı:

Bu kanarya dişi sanırım. Ötmüyor değil mi?

Kimsenin yüreği yetişmedi "Susmuyor ki mübarek. Sabahtan beri ötüyor. Kafa kalmadı vallahi" demeye. Kulağı ağır işittiğinden duymazdı kanaryanın ona söyledi şarkıları. Bir kulaklık almayı da kendine yediremedi öldüğü tarihe kadar.

Az kalsın unutuyordum. Bir de beni çok severdi. Dedem, eski Osmanlı adamı dedikleri kişiliklerden biriydi. Babanın bulunduğu odaya girmek için izin istenen dönemlerden geliyordu ne de olsa. Çok fazla konuşmaz ama konuştuğunda az ve öz konuşurdu. Bir kere olsun, üç oğlundan birini kucakladığını ya da "Seni Seviyorum" dediğini duymadım. Sevmediğinden değildi. O şekilde yetişmişti Dedem.

Fakat benim yanımda çok farklı idi. Uzun uzun yürüyüşlere çıkardık beraber ve her yürüyüşümüzde bacaklarının ağrıdığından şikayet ederdi. Bana uzun uzun damar tıkanıklığı problemlerinden, anjiyo gibi tıp terimlerinden bahsederdi. Anlamazdım ama dikkatle dinlerdim çünkü kelimeleri çok tasarruflu bir şekilde harcayan dedemin konuşması beni hem şaşırttır hem de konuştuğunda önemli şeyler söylediğinden, yürüyüşümüz sırasında söylediklerini can kulağı ile dinlerdim. Konu damar tıkanıklığı bile olsa. Daha birçok hikayeler anlatırdı. Kanaryalardan, babama nasıl yüzmeyi öğrettiğinden (babamın beline ip bağlayıp, Fırat nehrine atmış bir gün. Can havliyle babam birkaç günde öğrenmiş yüzmeyi), kardeşleri ile birlikte, dedelerinin hazinesini bulmak için, mutfaklarının ortasına açtıkları kuyudan ve daha birçok inanılması güç hikayeler anlatırdı.

Yürüyüşlerimizde bana bir şarkı söylerdi. Hep aynı şarkı, hep aynı de-tone ses ile:

Mehmet Efendi
Aldı tufengi
Çıktı avına
Vurdu kuşuni

Şarkı söyledikten sonra da bana, kuşları hiçbir zaman vurmamam konusunda tavsiye verirdi. "O şarkının gelişi" derdi. Halen bugüne kadar, babam, dedemin şarkı söylediğine inanmaz. İşte öyle bir adamdı benim dedem. Küçüklüğümü en çok etkileyen ve benim çok sevdiğim bir karakter.

Beni bu kadar sevmesini, zaman ayırmasını, oğulları üstünde yaptığı yanlışlıkları benim üzerimde tamir etmek istemesi diye düşünüyorum. Bana, kimseye göstermediği, o kırılgan, hassas, sevecen yanını gösterdi hep. Bana bir şeyi öğretti. Bana, babalığın, bir öğrenme süreci olduğunu öğretti. En azından, kızlarım doğduğunda anladım bunu. Bana, bir insanın başkaları tarafından görülen yüzünün, gerçek yüzü, gerçek duygularından farklı olabileceğini öğretti. Onu o kadar çok sevdim ki anlatamam. Bir 10 Kasım günü öldü dedem.

İlkokul yıllarında, çok akıllı bir öğrenci değildim. Okurken, yazarken, sorunlarım vardı. Halen de devam eder arasıra. Hatırlarım, yan komşumuzun oğlu Serdar, bir gün "kırmızı kurdele" ile geldi evine. Kırmızı kurdele çok önemli bir mevzu idi ilkokul yıllarında. Kırmızı kurdele, ne kadar akıllı ve başarılı ya da öğretmenin gözdesi olup olmadığını gösteren bir sembol idi. Bir kere aldın mı, bütün yıl giyerdin simsiyah gömleğinin üstünde, kıpkırmızı! Annem, arasıra sorardı bana şaka ile karışık "Benim oğlum ne zaman alacak kırmızı kurdeleyi" diye. "Bir gün" derdim ama içten içe, hiçbir zaman alamayacağımı da bilirdim. Fakat milyonlarca yılda geçse, günün birinde, bu kırmızı kurdelelerden birini, Atatürk ve dedemin sayesinde benim de alacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

İşte, aynen bu gün gibi, günlerden 10 Kasım idi. Türkiye, yine, o sahte, o yalan üzüntüsüne bürünmüşdü. Ben de arkadaşlarım ile birlikte, okul bahçesinde, sıradaydım. Saat 9:05’de sirenler, kulaklarımızı yırtmaya başladı. Yüce insanın öldüğü anı işaretliyordu bu siren, kulaklarımızda, beynimizde, kalplerimizde. Öğretmenler, etrafa bakınıyordu. Hani gülen bir öğrenci bulsamda çeksem kulaklarını der gibi. Böyle bir anda, gülmeye ya da Allah muhafaza konuşmaya cesaret edebilecek, kansız var mı acaba diye aranıyordu gözleri. Ben ise ne konuşuyor, ne de gülüyordum. Neredeyse, haykırırcasına ağlıyordum o gün. Okul müdürü yanıma geldi, diz çöküp, bana “Ağlama, üzülme evladım! Benim de ağlayasım geliyor" dedi. Bana kimsenin Onun yerini alamayacağını, Onun kalbimizde yaşadığını söyledi. "Evet" dedim. Kimse Onun yerini alamazdı. Müdür, Atatürk’den; ben ise Dedemden bahsediyorduk. Daha sonra, müdür beni örnek verdi herkese. Benim, Atatürk’e bağlılığımdan, Onu nasıl sevdiğimden bahsetti ve kıpkırmızı bir Kırmızı Kurdele taktı göğsüme.

Şimdi düşünüyorum da keşke söyleyebilseydim müdüre. Ben, dünyada tanıdığım en yüce insan için ağlıyordum ve evet, kimse onun yerini dolduramazdı. Ben 10 Kasım günü hayata gözlerini kapayan Dedem için ağlıyordum.

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 8 Kayıtlı Üye
  • 25178 Konu
  • 61 Cevap
  • Son Üye: Zerda