Derin

Hz. Peygamber’in Sevgi, Barış ve Hoşgörü Dünyası

Bu konu Derin tarafından 1 ay önce açıldı ve Henüz Cevap Yok.
Derin
Derin
ADMINISTRATOR
Üyelik Zamanı: 3 yıl önce
Konu Sayısı: 8491
Yanıt Sayısı: 0
4 Ağustos 2024, 2:53

Hz. Peygamber’in Sevgi, Barış ve Hoşgörü Dünyası

NotuiteSane
Hz. Peygamber’in Sevgi, Barış ve Hoşgörü Dünyası

Thomas Hobbes (ö. 1679), “İnsan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) demiş. İslâm dünyasında da Hobbes’tan yaklaşık 600 yıl önce Endülüslü Zâhirî âlimi İbn Hazm, “İnanın insandan çektiği acıları, insan yırtıcı hayvanlardan çekmemiştir” der. Elbette bu sözler, insan hakkında çok kötümser bir anlayışı yansıtmaktadır. Çünkü insanı sadece kötülük eden, acı çektiren bir varlık mertebesine indirmektedir. Ancak, yine de bu görüşlerin gerçeğin bir yönünü ifade ettiği inkâr edilemez. Doğrusu insan ne sadece kurt ne de sadece kuzudur, onun tabiatında her iki örnekle de uyuşan ve uyuşmayan yönler vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, insanın bu ahlâkî çift kutupluluğuna işaret eden âyetlerden birinde, Allah’ın insan varlığına hem iyilik etme hem de kötülük etme yeteneğini verdiği, kendisini kötülükten arındıranın kurtulduğu, kötülükle kirletenin ise büyük kayıp içinde olduğu bildirilmektedir (Şems 91/8-11).

Öyle anlaşılıyor ki, dinî bakımdan inkâr bir sapma olduğu gibi, ahlâk bakımından sevgisizlik ve şiddet de sapmadır. İlâhî dinlerin asıl işlevi bu iki alanda (dinde ve ahlâkta) sapmaları önlemektir. Çünkü ilâhî din, bütün öğretilerinin en başında, bir yandan insanoğlunu Yüce Yaratıcısını tanıyıp O’na saygısını gerektiği şekilde göstermeye, diğer yandan da yaratılmışa sevgi duyup, şefkat ve merhamet edip, yardım ve himaye ile muamele etmeye yöneltir. Dinî bir terim olan hidayetin tam olarak anlamı da budur. Mekke döneminde inen âyetlerin nüzûl sırasına göre içerikleri incelendiğinde insanın bu iki temel ödevinin ne kadar kesin bir şekilde öne çıkarıldığı açıkça görülecektir. İslâm bilginleri, bütün İslâmî ödevleri, “Allah’ın buyruğuna saygı, yaratılmışlara şefkat” şeklindeki bir formülle özetlemişlerdir.

Çoğunlukla farklılıklar ve ayrılıklar sevgisizliği, birlikler ve ortaklıklar sevgiyi hazırlar. En geniş ve sürekli sevgilerin akrabalar, dostlar, ortak inanç ve değerlere sahip kişiler arasında bulunduğu bir gerçektir. Kur’an’da, Mekke putperestlerinin Hz. Peygamber’e karşı düşmanlıklarını kırmak için, “O içinizden gelmiş bir peygamberdir” şeklinde ifadelerin kullanılması bundandır. Yine âyetlerde insanlar arasındaki sevgi birliğini gerçekleştirmek için, bütün insanlığın aynı atadan ve anadan geldiğinin hatırlatılması da bu bakımdan anlamlıdır. Hz. Peygamber de, “Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır, Âdem de topraktandır” (İbn Hanbel, Müsned, II, 361, 524; Tirmizî, “Edeb”, 111) anlamındaki sözleriyle, insanlar arasında olması gereken, onların tabiatıyla uyuşan ilişki biçiminin sevgi olduğuna dikkat çekmiştir. Peygamber efendimiz bu hususu, “Bütün insanlık bir ailedir” (Müslim, “Itk”, 16) anlamındaki sözleriyle de gayet veciz ve kuşatıcı bir şekilde ifade etmişlerdir.

İçerikleri bakımından sevgi pozitif, nefret negatif kavramlardır; yani sevginin amacı yaşatmak; nefret, düşmanlık ve şiddetin amacı yok etmektir. Sevgisizliğin en ileri derecesinde sevmediğini yok etmek vardır. Sevgisizliğin en büyük dışa yansıması olan savaşlar bundan dolayı yapılır. İnsanın sevmediği birini görmek istememesinin sebebi de budur. Böylece o, sevmediği birini ontolojik olarak yok edemiyorsa zihinsel olarak yok etmiş olur. Onun için Peygamberimiz sılairahmi önemle tavsiye etmiş; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size öyle bir şey söyleyeyim ki, ona yaparsanız birbirinizi seveceksiniz: Aranızda selâmlaşmayı yaygınlaştırınız” buyurmuştur (Buhârî, “İman”, 20; Müslim, “İman”,93).

Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Peygamber’i en kuşatıcı bir şekilde tanımlayan âyetinin, “Seni âlemlere (canlı cansız bütün varlıklara) rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 21/107) meâlindeki âyet olduğu söylenebilir. Çünkü o, âlemlere rahmet olmasının bir sonucu olarak, bizzat kendisi bütün varlıkları kuşatan bir sevgi zenginliğine sahip olduğu gibi, insanlara birbirlerini, hayvanları ve bitkileri sevmeye; ekolojik dengeyi korumaya teşvik eden pek çok öğütler vermiştir. Onun vasıtasıyla insanlar, dünya ve âhiret hayatlarını mutlu kılma imkanlarına kavuşmuşlar, gerçek anlamda insan olmanın onurunu hatırlamışlardır. Onun geldiği çağda insanlık onuru çiğneniyor; sosyal hayatın yapısını acımasızlık ve şiddet taraftarı güçler belirliyor, insanlar tanrı diye elleriyle yaptıkları putlara tapıyor; yoksullar, arkasızlar, köleler, kadınlar, kız çocukları ezilip horlanıyordu. O, getirdiği ve hayata geçirilmesi uğrunda ömrünü tükettiği dinî ve ahlâkî prensipler ile insanlık için bir rahmet olmuştur.

Savaşın, şiddetin, baskı ve zulümlerin, -baş döndürücü gelişmeler kaydeden teknolojik araçları da kullanarak- insanlığa kan kusturduğu, giderek küresel bir hal alan ahlâkî yozlaşmaların insanlık için utanç ve elem verici bir düzeye ulaştığı günümüz dünyasında insanlığın onun rahmet ve sevgi dünyasına ne kadar muhtaç olduğunu derinden hissediyoruz. Kendisinden kötüler hakkında beddua etmesi istendiğinde, o güzel Peygamber, “Ben bedduacı olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim” (Müslim, “Birr”, 87); “Ben, rahmet ve hidayet rehberiyim” (Dârimî, Sünen, “Mukaddime”, 3) buyurmuştu. İnsanlık bugün onun rehberliğine öyle muhtaç ki!

Hz. Peygamber’in, kendisine Hira’da gelen ilk vahyin büyük dehşetini ve sarsıntısını yaşadığı sırada sevgili eşi Hz. Hatice’nin onu teselli ederken söylediği aşağıdaki duygulu ifadeler, Allah Resûlü’nün, -Kur’an’da da belirtildiği gibi (Kalem 68/4)- üstün ahlâkını, ulaşabildiği herkes için rahmet ve şefkat kaynağı olduğunu anlatmaktadır:

“Korkma ey Muhammed, Allah sana zarar vermez. Çünkü sen dürüst bir insansın. Sözün doğrusunu söylersin. Emanete hıyanet etmezsin. Yakınlarınla ilgilenirsin. Güzel ahlâklısın… Korkma! Allah seni asla utandırmaz, üzmez. Çünkü sen akrabana yardım edersin. Çaresizlerin, güçsüzlerin yükünü taşırsın. Yoksullara kimsenin vermediğini verir, herkesten daha çok iyilik edersin. Misafir ağırlar, felakete uğrayanlara yardım edersin.”

Bu sözler, herkesi yakından ilgilendiren, insanoğlunun insan olma özelliğini, sorumluluğunu ve onurunu kaybetmeden var olmaya devam edebilmesi için her çağda muhtaç bulunduğu temel erdemler bakımından Peygamber’in nasıl derin bir insanlık sevgisine, nasıl yüksek bir ahlâka sahip olduğunu gösterir. Bunlar, Peygamber’in Kur’an’da “üstün ahlâk sahibi”, “âlemlere rahmet” ve “güzel örnek” olarak nitelenen yüce kişiliğinin her çağa hitap eden boyutudur. Herhalde günümüz müslümanların yaşadığı onca sorunun temelinde şu üzücü gerçek bulunmaktadır: Günümüz Müslümanları bilgi, ahlâk ve yaşayış olarak kendi peygamberlerinin uzağında kalmışlardır; bu yüzden de onu doğru temsil edemiyor, çağımıza doğru anlatamıyorlar.

Biçimi ve tezahürü farklı da olsa özü itibariyle inkâr, şirk ve bunlarla çok yakın ilgisi bulunan ahlâkî sapmalar her devirde görülmüştür, bugün de az çok yeni şekiller alarak devam etmekte, üstelik çağın şartları sonucu küresel insanlık sorunları doğurmaktadır.

Açıkça ve büyük bir üzüntüyle görüyoruz ki, insan oğlunun maddî, biyolojik, cinsel, siyasal vb. tutkularını dizginleyip düzene sokan dinî ve ahlâkî engellerin zayıflaması bugün aşırı tüketim ve israf, cinsel sapkınlık ve cinsel istismar, savaş ve şiddet gibi çok ağır problemler doğurmuştur. Her biri artık doğal dengeleri bozacak, binlerce yıllık insanlık birikimleri olan kültürel zenginlikleri yok edecek düzeyde küresel tehlikeler halini almış bulunan bu büyük sorunları aşmada insanlığın elinden tutacak olan, küresel sorunlara o boyutta çareler içeren tek kaynak ancak “küresel rahmet” olabilir (“rahmeten li’l-âlemîn” anlamı tam da budur).

Tarihsel tecrübe gösteriyor ki, insanoğlu gönlünü, zihnini, iradesini ve hayatını o rahmete açtığı, onu anlama, yaşama ve yaşatma çabasını içtenlikle gösterdiği dönemlerde kendi insanlığının, genel olarak varlığın ve hayatın anlamını ve amacını kavramış; sınırlı ömrünü, boş hevesler için tüketmek yerine hayır ve bereketi ebediyetlere ulaşan “salih ameller”e (Kehf 18/46; Meryem 19/76) yöneltmeyi ve böylece hayatını “güzel hayat” (Nah16/97) haline dönüştürmeyi başarmıştır.

Günümüzdeki global sorunları çözmek için ihtiyaç duyulan global etik arayışı, o rahmet peygamberini dışarıda bıraktığı sürece, başarı şansı olmayacaktır. Bu bakımdan aşağıdaki anekdot, Allah Resûlü’nün, ağır insanî ve ahlâkî sorunlar yaşayan günümüz dünyası için de kurtarıcı ve rahmet olan kişiliğini yansıtan çok ilgi çekici belge değeri taşımaktadır:

Mekke’de müşriklerin müslümanlar üzerindeki baskısı dayanılmaz boyutlara ulaşınca bir kısım müslümanlar, Allah Resulünün izni uyarınca Habeşistan’a sığındılar. Fakat Mekke müşriklerinin gönderdiği heyet Habeşistan hükümdarından sığınanları iade etmesini istedi. Hükümdar önce tarafları dinlemeyi uygun gördü. Müslümanların sözcüsü Cafer b. Ebu Talib’in yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeler yer alıyordu:

"Biz vaktiyle Câhiliye halkı olarak putlara tapar, ölü eti yerdik, yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi; daha birçok çirkin işler yapardık. İşte Allah bize Peygamberimizi göndermezden önceki halimiz bu idi… O Peygamber bize doğruluğu öğretti; emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira atmaya yasakladı."

Sonuç olarak biz müslümanlar bugün kendi insanımızın ve insanlık âleminin yaşadığı küresel sorunları doğru anlar ve doğru anlatırsak, aynı şekilde bu Peygamber’i doğru tanır ve tanıtırsak, emin olmalıyız ki, yüce Allah da engin sevgisi ve rahmetiyle bize umulmadık kapılar açacak (Talâk 65/3); bu sayede Rahmet Peygamberi’nin tarihte gerçekleştirdiği büyük dönüşümü yeniden gerçekleştirebilir; bireysel, toplumsal ve küresel planda,özünü sevgi ve merhametin oluşturduğu yeni bir inşa projesi üreterek insanlığa sunabiliriz.

***

[Aşağıdaki metin, 03.12.05 tarihinde dünya dinlerinin ileri gelenlerinin “Religions for Peace” sloganıyla oluşturduğu topluluk huzurunda İSAM’da yaptığım bir konuşmadır. Günümüz dünyasının Hz. Peygamber’in sevgi ve şefkat iklimine ne kadar muhtaç olduğuna küçük bir ışık tutacağı ümidiyle siz okuyucularıma sunuyorum.

“Böylesine seçkin bir topluluğu ağırlamak bizim için bir onurdur. Davetimizi kabul edip bizi onurlandırdığınız için teşekkür ediyorum. İzninizle, kurumunuzun ilgi alanı olan “barış” konusundaki acizane görüşümü birkaç kelimeyle ifade etmek istiyorum.

Religions for Peace … Eminim ki bu isim bize, dinlerin asıl gayesinin barış olduğunu, bu oluşumun da bu gayeyi gerçekleştirme idealine hizmet için kurulduğunu anlatmak istiyor.

Elbette çok doğru, çok saygıdeğer bir hedef … İnsanoğlu yüzyıllarca dinleri, -daha çok- barış için değil, savaş için kullandı… Ve insanlık bundan çok acı çekti… Ve çekiyor…

Ne yazık ki- Kur’an’ın deyimiyle “insan bir kez tutkularını tanrılaştırdı mı”, artık Kutsal Kitaplardan savaş için de gerekçeler üretmeyi becerebiliyor. Ortaçağ boyunca yapılan “din savaşları” bunun en açık kanıtıdır.

Fakat artık insanlık için DENİZ BİTMEK ÜZERE … Modern teknolojinin ürettiği silahlar, bize fazla zaman bırakmayacak kadar güçlü ve acımasızdır. Öyle görülüyor ki, değerli misafirler, artık “YA BARIŞ YA SAVAŞ” değil, “YA BARIŞ YA YOK OLUŞ” karşısındayız ….

Fakat barışın anahtarı kimin elinde? … Cevap açık: “Savaşın anahtarı kimin elindeyse barışın anahtarı da onda. Yani güç kimdeyse barışın anahtarı da onda. Her yıl bir trilyon dolarlık silahı savaş pazarlarına kimler sürüyorsa barışın anahtarı da onların elinde …

Ötekiler sadece aktörler, kuklalar, zavallılar … Bugün insanları kukla yapmak için de ince teknikler geliştirildi .

Barışın anahtarını bulmak için, AFGAN DAĞLARINDAKİ ADAMA DEĞİL …, ONUN, OMUZUNDA TAŞIDIĞI SİLAHIN ÜZERİNDEKİ BİRKAÇ HARFE BAKMALIYIZ. O harflerin bizi götüreceği yerler belli.

Dün Koreli Misafirimiz, Afrika’daki yürükler acısı sefaletten söz etti. Afrikalı bunu hangi büyük suçuyla hak etti?!..

Genellikle bu soru şöyle bir acımasız cevapla geçiştiriliyor: Bilime, teknolojiye yani güce kim sahipse nimet de onundur!…

[Bizim bir şairimiz, seksen yıl önce, böyle bir medeniyete, “tek dişi kalmış canavar!” diyordu.]

Bir zamanlar Afrikalı büyük büyük gemiler yapmadıysa, başka kıtalardan milyonlarca insanı avlayıp bu gemilere doldurarak köle pazarlarında satmadıysa, yani İNSAN OLARAK KALDIYSA suç mu işledi bir zamanlar Afrikalı… Ve aşağı yukarı aynı durumdaki ötekiler …

Evet … Barışın anahtarı onların torunlarının elinde mi? …

Dinler adına barış için yola çıkanların, bu sorunun cevabını doğru yerlerde arayacaklarına ve gidip onların kapısını da çalacaklarına inanıyorum.

Saygılarımla …

***

İslâm dini farklı inanç ve kültürden olan kişilere ve gruplara karşı hoşgörülü olmayı bir ilke olarak benimsemiş, Kurân-ı Kerîm ve hadislerdeki bu konuyla ilgili prensipler ilk dönemlerden itibaren müslüman bireylerin, toplumların ve yöneticilerin inanç ve düşünce farklılıklarına karşı hoşgörüyü temel bir tutum ve zihniyet olarak kabul edip yaşatmalarını sağlamıştır. Gerçi müslümanlara karşı inatla hasmane tutum sergileyen Mekke putperestlerini zararsız hale getirmek üzere güç kullanmaya izin veren, hatta bunu emreden âyetler vardır. Ancak bu tür âyetlerde bile, “… ama aşırı gitmeyin, Allah aşırı gidenleri sevmez… Eğer onlar savaşı durdururlarsa … bilinmeli ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir … Savaşmaktan vazgeçerlerse artık haksızlık yapanlardan başkasına saldırmak yoktur”[1] gibi ifadelerle tamamen adil kurallardan söz edilmektedir. Hatta Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ilk yıllarından itibaren İslâm’ı ve müslümanları yok etme mücadelesine aktif olarak katılan putperestlerle dostluk kurulmasını yasaklamakla birlikte, müslümanların, fiilen düşmanlık tavırları sergilemeyen putperestlerle iyi ilişkiler içinde olmalarına izin vermiştir.[2] Ünlü Kur’an yorumcusu Taberî, bu âyetlerin, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun, bütün topluluklarla iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurmaya izin veren genel bir kural ortaya koyduğunu belirtir.[3] Nitekim Mekke’nin fethedilmesinden sonra, putperestlerin İslâm’a ve müslümanlara saldırı imkanları fiilin ortadan kalkınca, Peygamber’in onlara karşı tutumunda kesin bir yumuşama süreci başlamıştır. Meselâ fetih olayının tamamlanmasının hemen ardından Peygamber, fetih sırasında evlerini terketmiş olan Mekkeliler’in serbestçe evlerine dönmelerini istedi[4] ve onları asla müslüman olmaya zorlamadı, canlarına mallarına hiçbir zarar vermeksizin Medine’ye döndü.[5]

Birçok âyet, Hz. Muhammed’in aslî görevinin ilâhî buyrukları insanlara tebliğ edip onları uyarmak olduğunu, onun vicdanlar üzerinde baskı kurmak gibi bir görevinin bulunmadığını belirtir[6] ve açıkça “Sen onlar üzerinde bir tiran değilsin” der.[7] Özellikle “Dinde zorlama yoktur…”[8] meâlindeki âyet, inanç konusunda psikolojik bir gerçeğe işaret etmesi yanında, din ve inanç özgürlüğünün ilâhî bir yasa olduğunu ortaya koymuş, bunu bir evrensel ahlâk ve hukuk ilkesi haline getirmiştir. Kezâ “Eğer rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi. Durum bu iken iman etsinler diye sen insanlar üzerinde baskı mı kuracaksın?!”[9] ve yine “Her birinize bir din yolu, bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı…”[10] meâlindeki âyetler, insanların farklı inançlarda olmasının ilâhî iradenin sonucu, dolayısıyla ontolojik bir gerçek olduğunu, şu halde Peygamber’in dahi farklı inançlar üzerinde baskı kurma yetkisinin ve görevinin bulunmadığını göstermektedir.

Ayrıca, bilindiği gibi İslâmiyet diğer kitâbî dinleri asılları itibariyle hak din olarak tanır. Peygamber, kendisiyle görüşme yapmak üzere Medine’ye gelen Necran Hıristiyanlarının, “Peygamber Mescidi” olarak anılan Medine Camii’nde ayin yapmalarına izin vermiş;[11] Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e, yahudilere dinleri konusunda “sıkıntı çıkarmaması” talimatını vermiştir.[12] Bu gibi örnek uygulamalar da müslümanların, o dinlerin mensuplarını, tamamen yabancı saymayıp onlara duygusal bir yakınlık hissetmelerine yol açmış ve müslüman toplumlarda İslâm tarihi boyunca kalıcı bir müsâmaha ruhunun gelişmesinde bunun büyük tesiri olmuştur. Farklı inanç gruplarına karşı oluşturulan bu müsâmahakârlık, sadece bireysel bir ahlâkî tavır olarak kalmayıp kısa zamanda hukukî ve siyasi norm haline dönüşmüş, bunun ilk örneği de Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra düzenlenen ve Medine Sözleşmesi olarak anılan ve bazı yazarlarca dünyada ilk yazılı anayasa kabul edilen metin olmuştur. Bu metinde müslümanlarla birlikte Medine’deki diğer bir dinî cemaat olan yahudilerin de din ve vicdan hürriyeti gibi temel hakları güvence altına alınmıştır.[13]

Bazı iç ve dış siyasi ve sosyal olumsuzlukların da tesiriyle zaman zaman sapmalar olmamla birlikte, Kur’an-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadisleri ile uygulamalarında vazgeçilmez bir ahlâkî ilke ve yönetim tarzı olarak belirginleşen bu müsâmahakâr tavır, Peygamber döneminden sonra da -Batı ürünü olan ulus-devlet modelinin İslâm dünyasında ortaya çıktığı XX. yüzyıl başlarına kadar hem ferdî ve sosyal ilişkiler hem de idarî, adlî ve siyasî uygulamalar alanında devam ettirilmiştir.

Devlet tarafından hakları güvence altına alındığı için “zimmîler” veya “ehl-i zimmet” denilen gayri müslim tebaa hakkında uygulanan zimmî (Osmanlılar’da millet) sistemi inanç, ibadet ve ibadethane, eğitim, bayram ve eğlence, isim koyma gibi dinî ve kültürel farklılıklar alanında, o çağların şartları içinde değerlendirildiği ve müslümanların dışındaki devletlerin uygulamalarıyla karşılaştırıldığı takdirde, bazı noktalarda günümüzde bile ulaşılamamış haklar ve imtiyazlar içeriyordu. Bu sistemde diğer alanlarda olduğu gibi dil ve din eğitimi alanında da -İstisnaî durumlar dışında- gayri müslimler genellikle yönetimle geniş çaplı ve sistematik problemler yaşamamışlar; bu olumsuz durumlar ancak İslâm toplumlarının, başta misyonerlik faaliyetleri olmak üzere, Batı tesirinin ve müdahalelerinin süreklilik kazandığı XIX. yüzyıldan itibaren reaksiyon olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.[14]

[1] el-Bakara 2/190-192.

[2] el-Mümtehine 60/8-9.

[3] Câmi‘u’l-beyân, XXVIII, 66.

[4] İbn Hişâm, Sîretü’n-Nebî, ed. Muhammed Abdülhamid, Beyrut ts, Dârü Fikr, IV, 32.

[5] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi: 1. Hayatı ve Eserleri, trc. M. Said Mutlu, İstanbul 1972, s. 186-187.

[6] Ör. bk. Âl-i İmrân 3/20; eş-Şûrâ 42/48; el-Ğaşiye 88/22.

[7] el-Gaşiye 88/22.

[8] el-Bakara 2/256.

[9] Yûnus 10/99.

[10] el-Mâide 5/48.

[11] (İbn Hişâm, a.g.e., II, 206),

[12] Belâzürî, Fütûhu’l-büldân, F. Sezgin, s. 71; I. Goldziher, Le dogme et la loi de Islam, trc. Felix Arin, Paris 1920, s. 29-30, 257-258.

[13] Geniş bilgi için bk. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Anayasa” md.

[14] Geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Sir Thomas Walker Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, trc. Hasan Gündüzer, Ankara 1971; S. M. Jaffad, “Tolerance in Islam”, Journal of the Pakistan Historical Society, Karaçi 1954, II/1, s. 60-76; Abdul Ali, “Tolerance in Islam”, Islamic Culture (1982), LVI/2, s. 105-120; Levent Öztürk, İslâm Toplumunda Birarada Yaşama Tecrübesi, İstanbul 1995; TDV İslâm Ansiklopedisi, “Gayri Müslim” md., “Millet” md.

İstanbul Müftülüğü
Prof. Dr. Mustafa ÇAĞRICI

Konuya Bir Cevap Yazın

  • 14 Kayıtlı Üye
  • 66282 Konu
  • 160 Cevap
  • Son Üye: aile